Leo Messi’ye mektup

Leo Messi’ye mektup

Kendimi bildim bileli en büyük eğlenceme, tutkuma ve işime beni sıkı sıkıya bağlayan adama, kahramanıma, futbol tarihinin en iyisine teşekkür mektubum...

Dünya futboluna dair hatırladığım en eski hatıralarımı Ronaldinho kaplıyor.

Geç saatlerde uyuma izni alamadığım küçük yaşlarda ailemin bana tanıdığı tek imtiyaz, La Liga’nın takım isimleri yazmayan, ev sahibinin kim olduğunu belirtmeyen, ikinci yarıyı da 45 dakikalık sayaçla gösteren ancak hangi devreyi izlediğimizi anlatmayan ilkel skorbordunun zihnime kazındığı Ronaldinholu Barcelona maçlarında tanınıyordu.

Havalı saçları, topla dans edişi, attığı enfes çalımlar ve sunduğu illüzyon gösterisiyle bu adam, beni futbola çekiyordu.

Aynı yıllarda basketbola da ilgi duyuyor ama yerel kanalların okul çıkışıma denk gelen öğlen kuşaklarında yayınladıkları kadar takip edebiliyordum. Tıpkı Ronaldinho gibi farklı saç stili, estetik hareketleri ve asi duruşuyla burada da kendime bir kahraman bulmuştum.

Formasında yazan isimle telaffuzu arasındaki ilgiyi yıllarca çözemediğim bu adam, Allen Iverson’dı.

O dönem, iki kahramanım da dahil olmak üzere televizyonda gördüğüm herkesi kurgusal karakter sanıyordum. Nefesimi tutarak izlediğim Antonio Granger aslında yoktu. David Beckham, Shaquille O’Neal, Hülya Avşar aslında hiç var olmayan kişilerdi. Onlar, biz eğlenelim diye ekrana geliyor ve televizyonu kapatınca kayboluyordu.

Daniel Gabriel Pancu’yu kanlı canlı gördüğüm güne dek böyle zannetmeye devam etmiştim.

Gerçeklikten kopuk, kendine alternatif bir hayal dünyası kuran, aynayla diyaloğa giren, bulunmadığı yerlerdeymiş gibi “roleplay” yapan bir çocuktum. Yaşım ilerlese de bu keyiften kendimi alıkoyamıyordum. Ayağıma topu aldığımda Ronaldinho’yu çalımlıyor, aynı top elime geçtiğinde Iverson’ı blokluyor, kitaplığın altındaki dikdörtgene Beckham frikikleri çekiyordum.

Dünyadan bir maç izlenecekse sadece Barcelona maçları izlenebilir sanıyordum. Tuttuğum takımın maçı yoksa, Barcelona’nın maçı yoksa televizyonu açmaya da ihtiyaç yoktu. Çünkü Ronaldinho’suz bir futbolu görmemiş, sevmemiştim.

Her güzel şey gibi benim çocukluğumu kapsayan, kutsal gördüğüm Ronaldinho-Barcelona birlikteliği sona erdi. Onun Milan’a gidişini de, Nou Camp’ın neredeyse uzaydan görüntü alan pilot kamerasında onu göremeyecek olmayı da yedirememiştim. Kendimi sadece basketbola adamayı, büyümeyi reddeden düşlerimi Iverson’da yaşatmayı düşünerek buruk şekilde izlediğim bir genç, milyarlarca insana yaptığı gibi benim de hayatıma dokundu.

Lionel Andres Messi.

Bugün bir spor kanalında çalışmama kadar uzanacak, -doğru yahut yanlış- oyuna dair fikirlerimi paylaşmama vesile olacak, hayatımın neredeyse tümünü kaplayacak kadar merkezine koyduğum futbol sevgimi 15 yıldır canlı tutan adam.

Tanıdığım günden bu yana Messi’yi yalnızca keyifli vakit geçirmek ve heyecan duymak için izledim. Futbolun bana verebileceği bütün güzellikleri tek bedende topluyor, tek bir 90 dakikada dahi pişman etmiyor, muhakkak bir hafta sonra yeniden ekran başına oturmamı sağlayacak bir neden üretiyordu.

En zekisi oydu. En tekniği oydu. Oyunu en iyi bilen, imkansız gözüken şeyleri en kolay şekilde mümkün kılan oydu. Sadece gol atmıyor, yalnızca asistleriyle ön plana çıkmıyor, tek bir yönünü övmeme imkan vermiyordu. Her şeyde ama her şeyde iyiydi.

Kullanıcı, izleyici, dinleyici ve okuryazar olarak medya ve internetle tanıştıktan sonra Messi’ye bakışım da beklentilerim de değişti. Uzun, bir vakti her yerde gördüğüm söylemlerin etkisinde kalıp “kendini yeterince ispat edemediği” yönünde bir kanıya kapılarak, daha iyi şeyler yapmasını bekleyerek geçirdim.

Kimi dinlesem yahut izlesem, Messi’nin o gün başardığı her ne ise yeterli olmayacağından söz ediyordu. Gol mü attı? Asist de yapmalıydı. Maç mı kazandı? Gelecek hafta da kazanmalıydı. Kupa mı kaldırdı? Tekrar başarmalıydı. Tekrar edince de başka kupalara yürümesi gerekiyordu.

Başaracak hiçbir şeyi kalmayınca bütün bunlara kaliteli takım arkadaşları olmadan ulaşması gerekiyordu.

Messi yeterince iyi mi? O zaman bunları Xavi ve Iniesta olmadan da yapsın.

Ne yazık ki, çok kısa bir süre de olsa bu gerçek dışı, hayattan keyif almayı reddeden fikirlerin etkisine kapıldım. Leo’yu izlemek benim için bir keyif olmaktan çıkıp hırsa dönüştü. Onu ve yaptıklarını ağzım kulaklarımda değil, dişlerimi gıcırdatıp sürekli daha iyisini talep ederek seyrettim.

Artık büyümek mi denir, olgunlaşmak mı yoksa farklı fikirler edinmek mi, adını siz koyun. Bir gün geldi ve 2014 Dünya Kupası’nı finalde kaçırdığı golle değil, bir ay boyunca yaptığı harika şeylerle anmaya başladım.

“Neden Barcelona’dan ayrılmıyor” sorgusu yerine “Bana ne, her nerede olursa olsun tadını çıkarabilirim” demeyi öğrendim.

Haberi bile olmadan onunla öyle bir bağım oluştu ki, dahil olduğu ne varsa en az tuttuğum takımı izlemek kadar heyecanlandırdı beni.

Maçlarını izlemek üzüntüme moral, sevincime krema, heyecanıma heyecan oldu.

Bir mesleği çok iyi icra ettiği için biriyle bu denli kuvvetli bağlar kurduktan sonra da bu oyundan kopmam mümkün olmadı.

Bugün hayatımın en büyük eğlencesi, lütfu ve bir anlamda gelir kapım olan futbola beni bütünüyle Leo bağladı.

2022 Dünya Kupası’nı hiçbir hırs duymadan ama büyük bir heyecanla bekledim. Onu, milli takım formasıyla son kez izlemenin hüznünü yaşayacak herkese inat, son defa bunun hazzını tatmalıydım.

Her gün önüme başka tweetler düşüyordu. Bütün takım arkadaşları, antrenörü, eski futbolcular, bütün Arjantin ona inanıyordu. Mikrofon kime uzatılsa, onun için canını vermeye hazır olacak kadar bağlılığını dile getiriyordu.

Paredes, bu kupayı kendisi değil onun adına istiyordu. Emiliano Martinez, Leo’dan kendilerine yalnızca %1’lik yük kaldığını söylüyordu. Alvarez için onunla yan yana aynı formayı giymek zaten çocukluk hayaliydi. De Paul’ü anlatmaya gerek duymuyorum bile.

Tarihin en iyisi olduğunu ispatlaması için bu kupayı alması gerekmiyordu. Zira o, her hafta yeni bir “G.O.A.T” tanımı üretmek için Messi’nin yapamadığı bir şeyler bulmaya çalışılmasıyla zaten en iyisinin kim olduğunu gösteriyordu.

Bir Dünya Kupası alamamış, finale gelememiş hatta gruplarda elenmiş dahi olsa, yeşil sahaya ayak basmış en büyük futbolcu olduğu gerçeği değişmeyecekti. 18 Aralık günü kaldırdığı kupa, bugüne dek Leo gerçeğini kabul etmek istemeyen herkesin üretebildiği tek argümandı:

“Dünya Kupası’nı kazanana kadar ‘en iyisi’ diyemem.”

Bu söylemlerden geriye milyonlarca Arjantinlinin sevinç çığlığı, milyarlarca hayranının mutluluk gözyaşları ve belki de bir daha kimsenin 35 yaşında yazamayacağı destansı bir hikaye kaldı.

Babam bana futbolu sevdirmek için çok uğraştı. Söylediği kelimeleri idrak edemediğim yıllarda bile üzerime formalar giydiriyor, ayağıma top veriyor, her fırsatında kahramanını anlatıyordu.

Onun prensi Diego Maradona’ydı.

Tek başına takımının yükünü omuzlayan, yıldız koltuğunu işgal eden, bütün kritik anlarda sahne alan ve tüm bu yönleriyle eşsiz bir idol.

Artık tüm bu etiketler, bana göre çok daha fazlasını katlayarak Leo Messi’nin sırtında. Bu oyunun gördüğü en büyük ikon.

Babam beni Diego Maradona’yı anlatarak büyüttü. Ben de çocuklarıma Lionel Messi’yi anlatacağım.

Aklım yerinde kaldığı sürece 2022 Dünya Kupası’nı ve Leo’nun bana yaşattığı hisleri unutmayacağım.

Ona ve bu güzel oyuna kattığı her şeye düşmanlık beslemek yerine hayranlık duyduğum, keyfini çıkardığım için kendimle de, onunla da gurur duyuyorum.

Muhteşem 15 yılım için teşekkürler “tarihin en iyisi”…